19 Mayıs Türklük Bilinci
1986
Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu
19 Mayıs 1919’da Atatürk yalnız Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun ilk adımını değil, bilim Türkiye’sinin ve Türklük bilincinin de ilk adımım attı. 19 Mayıs’tan, genç Türk devletine nasıl ulaştığımız, 67 yıldır çok işlendi. Ben bu yazımda Atatürk’ün bizi bilime ve Türklük bilincine ulaştıran dehasını anlatacağım.
Bir konferansta sormuşlardı: “Atatürk için dahiydi dediniz, açıklar mısınız?” Türk Dil Kurumu’nun bir 10 Kasım töreniydi, ön sıralarda oturan oldukça üst düzeyde biri, yanındaki yardımcısına sorduruyordu bu soruyu. Herkes gibi onlar da Atatürk’ün, Türkler için, Türkiye için verdiği emekleri, mucizelerle dolu başarılarını biliyorlardı. Yine de O’na dahiliği çok gören bir tutumdan kaçınmıyorlar, belki de kendi küçük hesapları uğruna sığınacak gölgeler arıyorlar, dinleyiciler arasında yatırımlar yapmak istiyorlardı. Yanıt vermek gerekirdi: “Atatürk dahiydi, kırk yıl sonra, bilimle ispatlanan gerçekleri, kendisi, kırk yıl önceden biliyordu. Mezopotamya’daki Kas’ların Türk asıllı olduklarının ortaya çıkması bu sorunun kesin yanıtıdır dedim” sustular. Atatürk, ilk çağlarda Türklerin unutulmuş varlıklarını, devlet kurdukları yerleri gösteriyor; tarihin, türlü nedenlerle, insafsızca çok derinlere gömdüğü bu tür gerçeklerin ortaya çıkarı1masını istiyor; Alacahöyük’te olduğu gibi, kazılar yaptırıyordu. Anadolu’da Mezopotamya’da hatta Hindistan’ın kuzeyinde (*), İsa’dan çok önce Türklerin yerleşmiş olduklarını kesinlikle açıklıyordu.
Atatürk, kimi Batılı kaynaklarca haksız olarak “Köksüz, Göçebe” sayılan Türklerin, sanıldığının tersine, çok eski çağlarda da devletler kurduklarını, hatta uygarlığın ilk kez, bütün dünyaya Türk asıllı Sümerliler’den yayıldığını, bilim kanıtlarıyla, belgeleriyle ispatlamak istiyordu. Başlangıçta bu düşüncelere dayanan Atatürk’ün “Türklerin Göç Yolları” kuramına, yerli yabancı kimi çevreler kuşku ile bakmışlardı. O konferansta sorulan “Atatürk dahi miydi?” sorusu da, o günlerden bu günlere kalan çürümüş bir kuşkunun son döküntülerinden biriydi. Atatürk dahidir, Türk ulusuna güvenmekle, bilime inanmakla, başarılarıyla dehasını bütün dünyaya göstermiştir. Dahiler keramet sahibidir. Bilinmeyen eski olayları, gelecekte olacakları önceden haber verirler. Daha yeni Türkiye, tam anlamı ile bilim dünyası yörüngesine oturmadan, Atatürk, düşünceleri, somut olarak görünsün, yerli yabancı herkesin gözüne batsın, dikkatleri çeksin diye Ankara’nın orta yerine, Sümerbank, Etibank gibi kuruluşlar diktirmişti. Böylece büyük gerçeklerin “gerçek reklamını” yapıyordu. Bugün bu binalar gibi, Atatürk’ün düşünceleri de, tarih gerçekleri de somutlaşmıştır. Artık bilimin yakıcı aydınlığında, çıkarları için gölgeler arayanlara, Atatürk’ün Türk tarihi, Türk dili üzerindeki düşüncelerini yozlaştıranlara, yanlış yorumlayanlara, başarılarındaki dehayı unutturmak isteyenlere, ilkelerinden sapanlara, kaytaranlara, haince bir tutumun umutsuz gayretçileri demek doğru olur.
ATATÜRK’ÜN ÖNEM VERDİĞİ İKİ SORUN
Bu sütunlarda 26 Nisan 1986 günü çıkan yazımda Atatürk’ün, yazıma (imlaya) ne kadar önem verdiği ve sayılar (rakamlar) sorunu üzerinde duracağımı belirtmiştim. Şimdi bu sorunlara geçiyorum.
Bir dilin yazımı o dilin temel öğelerini oluşturur. Bunun için yazının önemi sanıldığından da büyüktür. Ölümsüz Atatürk, “ülkenin temeli kültürüdür” der.
Kültürün de ilk basamağı yazımdır. Büyük Önder Atatürk, 1936 yılında, Dil kurultayının hazırlıkları sırasında, kurultaya gelecek tezlerin yazımını incelemek üzere, Dolmabahçe Sarayı’nda çalışmalarını sürdüren Türk Dil Kurumu ile birlikte, o zamanın ünlü eğitimcisi Halil Vedat Fıratlı başkanlığında bir de “imla komisyonu” kurdurmuştu. Bu komisyonun görevi, Dil Kurultayı’na gönderilecek tezlerin yazımını inceleyip, varsa, yazım yanlışlarını düzeltmekti. Sonra da bu komisyonun denetiminden geçen tezler, Atatürk’ün huzuruna gönderiliyordu. Büyük Atatürk, kurultaya gelen bütün tezleri teker teker okuyor, denetimden geçmiş kimi tezlerde yine de yazım yanlışı buluyor, işaretliyor böyle tezleri komisyona geri gönderiyordu. Bu büyük dikkat ve özen kurultayda çalışan gençleri, yaşlıları, şaşkına çevirmişti.
Ne kadersiz konudur ki Türk dili araştırmalarında bu denli ilerlememize karşın, Türk dili yazımı (imlâsı) 1928 yılından bu yana istikrara, birliğe kavuşamamıştır. Bilindiği üzere, Doğu’da, Batı’da imla yanlışı, kültürdeki ilkelliği gösterir, asla bağışlanmaz.
SAYILAR SORUNU
1985 İmla Kılavuzu’nda hemen her satırda aksayan bir yön vardır. Bir Cenevre kentinin ve başka kentlerin adlarının bir kaç dilde aldığı biçimler önemle gösterilmiştir. Bu tür bilimcikler böyle bir imla kılavuzuna giremez girerse, o kılavuzu boşuna doldurur, şişirir. Bütün bu aksamalardan ayrı, çok önemli bir konu da dikkatlerden kaçmamalıdır.
Ölümsüz Atatürk, 1928 yılında Yeni Harfleri kabul etmeden önce, Osmanlıcada kullanılan sayıları (rakamları) değiştirmiş, İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Almanca ya da başka dillerde kullanılan sayıları (rakamları) almıştır. Bu sayıların alınışında, Atatürk, özellikle ticarette ve başka ilişkilerde Avrupa ile iş birliği amaçlamıştır. “Cuma” hafta tatilini “pazar” gününe çevirmesi de böyle bir amaca yöneliktir. Atatürk, sayıları değiştirirken, ayrıca toplumun bu değişime karşı nabzını da yoklamıştır ve olumlu sonuç görülünce de yeni harflerin değişimini gerçekleştirmiştir.
1985 İmla Kılavuzu’nda değiştirilmiş şimdiki sayılar için şöyle denmektedir: “Kullandığımız sayılar Arap sayılarıdır” (Bkz. 1985 İmla Kılavuzu madde: 146,149,150). Madde 150’de ayrıca şu sözler vardır: “Aylar yazıyla olduğu gibi rakamla da gösterilebilir. Buna karşılık günlerde yalnız Arap rakamları kullanılır: 19 Mayıs 1919 gibi”.
Oysa Orhun yazıtlarında olduğu gibi Arap sayı sistemine benzemeyen başka sayı sistemleri de Türk devletlerinde çok kullanılmıştır. Sorunun gerçeği, doğrusu tarih kaynaklarında yatmaktadır. Romen rakamlarının, çivi yazılı tabletlerdeki sayı sistemi ile ilişkisi açıkça görülür.
Kaynaklar, sayıların kökeni için şöyle demektedir: “Sayıları, basit olarak gösterebilmek için, genellikle, kabul edilen rakamlara Arap rakamları denir, ancak böyle denmesinin sebebi, bu rakamları, bugünkü şekliyle Araplardan almış olmamız değil, kullandığımız sayılama sisteminin Araplardan bize geçmiş olmasıdır. Gerçekten ilk on rakamın kaynağı bugüne kadar ortaya atılan en akıllıca hipotezlere rağmen gizli kalmıştır” (Bkz. Meydan Larousse, Cilt X Sayfa 448). Görülüyor ki sayıların kökeni henüz kesin olarak belli değildir. Eski kavimler de her şeyi, bugünküler gibi birbirlerinden alıyordu. Öyle olmasa, Yunan alfabesinde olduğu biçimde “alfa, beta” gibi, Arap alfabesi de “elif, be” ile başlamazdı. Türkçedeki sayı adlarının kökeni ise Latin kaynaklıdır. Bütün bunlar ayrı birer kitap konusudur. Bu durum karşısında 1928 yılında Atatürk’ ün yaptığı sayı (rakam) devrimi, hiç haklı olmadan, bir Arap sayı sistemini bırakıp, bir başka Arap sayı sistemini almak biçiminde gösterilemez.
Özellikle, kendisinin armağanı bir Kurum’un yayınında, Ölümsüz Atatürk’ün, Avrupa sayı sistemiyle birleşmeyi amaçlayan böyle bir tutumu, kesinleşmemiş bir bilgi ile ters yorumlanamaz.
Atatürk’ün devrimlerine bağlılıkla 19 Mayıs kutlu olsun.
(*) Rahmetli Prof. Hikmet Bayur’u, Hindistan’daki eski Türklerin izlerini tespit etmek amacıyla, DTC Fakültesi’nin Hindoloji Bölümü Başkanlığına Atatürk’ün yerleştirdiği biliniyordu. Bugünkü bilimin ışığında Eti’lerin (Hitit’lerin) Anadolu’ya gelişlerinden çok önce, Hindistan’ın kuzeyi ile Türkistan’ın güneyi arasında bulunan Hindikuş (Hind-i Kuş) dağları yörelerinde yaşadıkları anlaşılmaktadır. Kuş Hindistan’ı denen bu bölgelerde vaktiyle yaşamış olan Kuş (Kus, Kuşara) kavmine bugün Etiler (Hitit’ler) denmektedir. Şimdi bu bölgelerde, eski Etiler gibi, anadilleri Farsça olan, hiç Türkçe konuşmayan, yine de Türk asıllı olduklarını bilen, bu özellikleri komşularınca da, bilim adamlarınca da bilinen Hazara’lar ve Tacik’ler oturmaktadır. Bunlar Kuş kavminin bu yörelerdeki kalıntılarıdır. Aslında Kuş (Kus) Etiler kavminin bir kolu Kuzistan’da yerleşmiş, bir kolu Anadolu’ya geçmiş Hatti’ler adını almış, bir kolu da güney Arabistan’dan Nil nehri kaynaklarına ulaşmış, Mısır Firavunları taçlarında gösterilen ikinci krallık, Kuş (Kus) krallığını kurmuşlar, anıtlar bırakmışlar, sonra da Kuzey Afrika’ya dağılmışlardır.
Not: Geçen yazımda adım “Vecihe” yerine “Vecihi” çıkmıştı. Bu yanlışı düzeltirim.