19Mayıs'la Atatürk'ün Bilime Katkıları
19 Mayıs 1987
Atatürk, “ilkçağ tarihi iyi bilinmeden, öteki çağ tarihleri sağlam temellere oturtulamaz” düşüncesindeydi. Bu görüşünü belgelemek için kurultaylar topluyor, Alacahöyük’te olduğu gibi kazılar yaptırıyordu.
Prof. Dr. VECİHE HATİBOĞLU
19 Mayıs 1919’da ölümsüz Atatürk Samsun’a ayak basarken, gençliğinin ilk yıllarından o günlere değin, Türklüğün tarihine, özellikle ilkçağ tarihindeki kaynaklarca hiç bilinmeyen tarihine bütün varlığı ile inanıyordu. Önce ülkenin yardımına koşmak amacı ile eskiden beri dengeleyip düzenlediği düşüncelerini uygulayarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastı.
Ölümsüz önderin, Anadolu’nun adsız kahramanlarına sonsuz güveni vardı. Onlarla savaş meydanlarında düşmana karşı omuz omuza çarpışmıştı. Onlar, Türk toplumu, güvendiklerine bağlılıklarını canla başla ödüyorlardı. Kendi başı kendi canı ise kendisi için hiç önemli değildi. Sivas Kongresi idarecisi, “Binayı kuşatmak istiyorlar, bizi öldürecekler” demişti. Atatürk, “Vatan elden gidiyor, sen ben ölsek çok mu?” diye karşılık vermişti. Daha sonra da, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ndeki tartışmalar sırasında, “Tek başıma kalsam da vatanın bir kayasını siper alıp sonuna kadar savaşacağım” demişti.
BAĞIMSIZLIKTAN SONRA BİLİM
Atatürk, tek başına savaşı göze aldığı gibi, Cumhuriyet’ i kurduktan sonra, tek başına bilimi de göze almış. 1936 yılı Dil Kurultayı’ndan üç gece önce, Dolmabahçe Sarayı’nın saat kulesine bakan ikinci kat ön salonunun, uzun, yeşil masasının etrafına dizilmiş, zamanın ileri gelen gazetecileriyle, tanınmış dilcileri ve Ankara Tarih, Dil Fakültesi’nin dört öğrencisinin önünde (ki bu öğrenciler arasında yazar da vardı), şöyle bir açıklama ile geçmişin derinliklerini delen uzak görüşlüğünü sergilemişti:
“Dikkat edin, Batılılar, Doğulular Türkleri tanımazlar. Türkçeyi bilmezler, eski yeni kaynaklarda, menşei meçhul (kökeni bilinmiyor) kaydı düşürülmüş her yerde Türkler vardır” diyordu.
Atatürk, bu unutulmaz önemli işaretiyle, Doğu-Batı bilim adamlarının yüzyıllardır çözemedikleri, ilk çağ bilimcilerinin sorunlarını bir çırpıda çözüyordu. Oysa günümüzde bile İngiltere’de, Almanya’da, Amerika’da yüzlerce çivi yazısı uzmanı, profesörü, Sümerlerin, Kasların, Etilerin kökenini arıyorlar, bulamıyorlar; çeşitli varsayımlar ileri sürüyorlar. Kökende Türklerin var olabileceği kimsenin aklından bile geçmiyor. Nitekim 1978 yılında, daha sonra da 1983’te Basın – Yayın Genel Müdürlüğü’nün Newspott yayınının 15 Nisan tarihli nüshasında Mezopotamya’da, (Irak’ta) İsa’dan önce 1700’lerde Babil’de egemen olan Kasların (Kassites), Türk asıllı oldukları kanıtları ile yayımlanmıştı. O gün bugün konunun yetkili, yerli yabancı uzmanları suskun. Oysa Atatürk, Sümerbank, Etibank gibi kuruluşları Ankara’nın ortasına dikerek somut, kararlı, kesin çözümü çok önceleri belirtmişti.
ETİLERİN (HİTİTLERİN) BİLİNMEYEN KÖKENİ
Üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarının, ilkçağ tarihindeki durumu Atatürk’ün çok yakından ilgisini çekiyordu. Kuzeybatı Asya’da, Hazar Denizi kıyılarında, Güney Asya’da yaşayan Türkler, Anadolu toprakları gibi çok verimli topraklara ilgisiz kalamazlardı. Ancak ilkçağ tarihinde Türklerin var olan varlıkları bilinmiyordu. Etiler ise İsa’dan önce iki bin yıllarında Anadolu’ya göç etmişlerdi. Etilerden önce bu topraklarda Türkçenin yapısı gibi bitişken (agglutinant) bir dil kullanan Hattilerin varlığı da kesin olarak biliniyordu. Etilerin ise Anadolu’ya güney sınırlarından giren güney Türkleri olduğu anlaşılmamıştı. Hattiler’in üzerine gelen bu kavime Kus (Kuş) kavmi deniyordu. Kutsal kitap Tevrat, dünyanın coğrafyasını anlatırken, “Ceyhan, Seyhan” yörelerinde Kuş kavminin yaşadığından söz ediyordu. Kus (Kuş) kavminin Hindistan’ın kuzeyindeki “Hindikuş” dağlarından, Gücerat (Gucarat, aslı Kuşarat -Kuş-ar-at olabilir) bölgesinden İran’a, oradan da Suriye’ye göç ettikleri anlaşılmamıştı. Bu göç yolu ile ilgili olarak Etilerin dillerinin, biraz Hint, biraz Türk kökenli sözcüklerle birlikte, büyük ölçüde, eski Farsça olduğu belirlenememişti. Etilerin dillerinin Farsça gibi, “Hint – Avrupa” dillerinden biri oluşu, bunların Türk asıllı olabilecekleri varsayımını, bilim görüşlerinden uzaklaştırmıştır. Oysa Güney Asya Türkleri arasında Farsça konuşma yazma geleneğinin ilkçağlardan yeniçağlara değin sürüp geldiğini unutmamak gerekir. İsa’dan sonra güneye göç eden Türklerle, İranlılar kimi zaman savaşmışlar, kimi zaman da barış içinde yaşamışlardır. Bu arada Farabi gibi, İbni Sina gibi, Mevlana gibi bilim, sanat yetenekleri yapıtlarını hep Farsça yazmışlardır. Daha sonra Selçuk (Yalçuk) Türkleri de Suriye’de, Anadolu’da kurdukları devletlerde resmi dil olarak Farsçayı kullanmışlardır. Bu gelenek o kadar köklü idi ki, Anadolu Türk – Selçuk hükümdarlarının adları da Keykubat, Kekâvus, Keyhüsrev gibi koyu Farsça idi. Bugün de İran Azerileri, Tacikler (Tatcikler), Hazaralar (Haz-ar-a-lar), Türkmenlerin büyük bir bölümü, Türk asıllı olduklarını bile bile Farsça konuşup Farsça yazarlar.
ETİLERDEKİ FARSÇA SÖZCÜKLER
Etilerdeki Farsça sözcükler arasında birkaç sayı adının benzerliği çok önemlidir. Türkçedeki “altı, altmış” arasındaki ikili sayı adı ilişkisi gibi, Eticede de Farsçanın “altı” anlamındaki “şeş” sözcüğüne benzer bir “şaşu” sözcüğü vardır ki, “altmış” demektir. Bunlardan başka I. Hattuşiliş’in eşi Kraliçe Haştayar’ın adı da çok önemlidir. Bugün olduğu gibi, o çağlarda da bu yörelerde “ş/s” seslerinin değişimi çok yaygındır. “Hastayar” sözcüğü, Farsçadaki “Hikmetyar” sözcüğü gibi (Hastayar = Hasta + yar) biçiminde kurulmuştur ki, bir kraliçe için çok uygun bir ad sayılabilir. Ayrıca “Tarhun, tar = güçlü, kuvvetli” sözcükleri de dikkati çeker.
Bu tür adlardan başka başlık parası olan Kuş + ata (Kuşata), Pankuş (pan + kuş) biçiminde bir meclis adına rastlıyoruz ki bu kuruluş, kralı bile yargılayacak yetkidedir.
Hepsinden önemlisi Etilerin kendileri için “Biz Kuşşaralı adamın soyundan geliyoruz ve bununla iftihar ediyoruz” demeleridir. Kuşara (Kuşar-a) sözcüğü bir yer, bir kent adı sanılmıştır. Gerçekte Kuş kavminin bağlı oldukları soyun adıdır. Babil Kralı Nemrud için de çivi yazılı tabletler, “Kuş oğlu Nemrud” der. “Kuş” sözcüğü burada da Nemrud’un babasının adı değildir, soyunun adıdır (*). Etilerin önemli ticaret merkezlerinden biri olan “Kayseri” kent adının köken bilimi de çok kuşku çekicidir. Sözde, bu kentte bir kayser oturmuş, daha doğrusu oturmamış da bir valiye öyle denilmiş. Oysa, “Kayseri” adının “Kussari” sözcüğünden gelmiş olması düşünülmelidir. Gütti, Hurri, Guzzi gibi çift ünsüzle yazılan ve sonlarına “i” nispet ekini alan pek çok kavim, bu yörelerde, Önasya’da bu çağlarda yaşamıştır. Bu kavimlerin kimisinin adındaki çift ünsüzlerden biri benzemezlik (dissimilation) kuralına göre ses değişimine uğramış olabilir ve Kuss-ar-i sözcüğü böylece, “Kayseri” biçimine geçebilir. Bu adı, bu kente yöre halkı vermiş olabilir. Aslında Kus (Kuş) kavmi olmaları gerekir. Kayseri’de oturanlar, kendi kentlerine “Kaneş-/Kaniş” diyorlardı. Aynı Kaniş sözcüğü, yer adı olarak Hindistan’ın kuzeyinde de vardır. Göç edenlerin, çok kez, bıraktıkları kentin adını yeni geldikleri kente verdikleri bilinir.
Böylece Anadolu’ da Etiler tarihinde Batılılarca çözüme ulaştırılamamış olan başlıca sorunlar şöyle sıralanabilir:
1) Kuşşara / Kuşara (Kuş-ar-a) kenti aranmış, bulunamamıştır.
2) Neşa/Naşşi kenti aranmış, bulunamamıştır. Etilerin kendi dillerine verdikleri Naşili/Naşşili adı nereden gelmektedir?
3) Tanrı, tanrıça adı olarak Kubaba, Kubele adları nereden geliyor, neyi anlatıyor?
Bu düğümlenmiş gerçekler çözülürse, Eti tarihinin ve dilinin sorunları büyük ölçüde aydınlanmış olacaktır:
1) Kuşşara/Kuşara (Kuş-ar-a) kent adı değil, kavim adıdır. Tıpkı aynı soydan kalan Hazaralar (Haz-ar-a-lar) gibi.
2) “Neşa – Naşi” kenti de Anadolu’da aranmaktadır. Bu sözcük de Anadolu’dan çok, kuzey Suriye’deki bir bölgenin adından kaynaklanmıştır. Bu bölge Fırat, Halep ve Oront Nehri arasında oturan Hint asıllı Mitannilerin bir beyliğinin, “Nuhaşşi/Naşşi/Nasse/Naşşi” biçimlerindeki adları ile ilgilidir. Bu duruma göre, Türk asıllı Kus/Kuş kavmi ve Hint asıllı Mitannilerin bir kolu olan Nuhaşşiler, aynı dili konuşa konuşa Hindistan’dan İran’a, oradan da Kuzey Suriye’ye geçmişler, kent beyliklerini kurmuşlardır. Kuslar (Kuşlar) ise, bu bölgeden Anadolu’ya geçmek için, Türkçe konuşan ve aynı soydan gelen Hattilerin oturduğu Boğazköy yöresindeki Hattuşaş’ı ani bir gece baskınıyla elde etmişler, yakıp yıkmışlar, sonra da onarmışlar, bir de Kayseri’yi ikinci başkent gibi ticaret merkezi olarak zamanın dünyasına tanıtmışlardır. Kültepe tabletleri bu olayların en belirgin kanıtlarıdır.
3) “Kubaba, Kubele” sözcükleri, Anadolu’nun ünlü tanrı ve tanrıçasının adlarıdır. Sümer’de Urbaba (Ur+ baba = dip ata) sözü vardır. Sümerler, Kaslar “baba” sözcüğünü bilmektedirler. Etilerin bu tanrıları da, daha sonra açıklanacağı gibi “Ku-baba” değil de “Kud-baba” olmalıdır. “Kubele = Cybil de bu adla ilgilidir.
Bu tür küçük dil olayları Atatürk’ ün büyüklüğünü bir kez daha büyütür. Atatürk, “ilkçağ tarihi iyi bilinmeden, öteki çağ tarihleri sağlam temellere oturtulamaz” düşüncesindeydi. Bu görüşünü belgelemek için kurultaylar topluyor, Alacahöyük’te olduğu gibi kazılar yaptırıyordu. Sümeroloji, Hititoloji, Hindoloji, gibi bölümler açtırıyordu. Rahmetli, değerli Prof. Afet İnan’ın da ilkçağ tarihi üzerinde çalışmasını isteyen Atatürk’tür.
19 MAYIS: UĞURLU ADIM
Bugün Kuzeybatı Kafkasya’da oturan Kumukların kökeni kaynaklarda en az beş altı biçimde yorumlanmaktadır. Oysa ilkçağ tarihinde Asurlarla savaşan Kumukların adının aslında Kumuk değil, “Kudmuk” olduğunu çivi yazılı tabletlerden öğreniyoruz. Türk lehçelerinde ve tarihinde “Ku” biçiminde görülen sözlük köklerinin “Kud-” biçimden gelmiş olduğu ilkçağ tarihi tabletlerinden anlaşılmaktadır. Buna göre Avrupa’nın ortasında yaşamış olan Kumanların “(Kud + man)lar” olduğu açıktır. Kumanova da “Kud + man” ovasıdır. “Kosova”da Kosların ovası olduğu gibi. Kumuklar’ın aslında Kud-muk’lar oluşunun saptanması, Eti tarihinin önemli bilinmeyenlerinden biri olan “Kubaba” sözcüğünü “kud + baba” biçiminde açıklar. Ayrıca Yozgat ve yöresinde Anadolu’nun başka yörelerinde “Kuşça” adında bir gizli dilin yabancı dil gibi kullanıldığı da söylenmektedir. Bu konu ilgililerce incelenirse Etiler için, herkes için önemli bir kanıt olur.
Ölümsüz Atatürk, Tarih ve Dil Kurumları’nın, kuruluş tarihi olan 1931 – 1932 yıllarından günümüze değin geçen dönemde yüzyılları delen görüşlerinin ışığı ile Türk gençliğinden başka dünya gençliğine de bilim katkılarında bulunmuş ve bu alanlarda çalışanlara Sümerlerin, Etilerin, Arap tarihindeki (Gudaaların / Huzaaların, Havazinlerin) İran tarihindeki Elamlıları, Kuzistanlıların Suriye’deki Guzaaların kökenlerini arayanlara, Doğu-Batı bilim dünyasına emek verenlere, altmış yıl öncesinden yardım elini uzatarak bilim yolunda çok değerli armağanlar sunmuştur.
19 Mayıs 1919’da Samsun’da atılan adım, herkes için bütün dünya toplumları için “uğurlu adım, uğurlu kadem” olmuştur, daha da olacaktır.
(*) Kral Nemrud’un adı Urfa’daki ünlü çatışmanın nedeni olan hainliğinden dolayı Farsça “namerd” anlamında kullanılmış olabilir ki, kendisi de bu adla yüzyıllardır suçlanmaktadır: “Nemrud’un biri” gibi. Bugünkü Farsça ve Osmanlıcada kullanılan “Namerd, Nadan” sözcüklerindeki olumsuzluk bildiren “na” biçimindeki ilk hece de eski çağlarda “nu” biçiminde idi.