ABeCemizi değiştirme yetkisi
18 Kasım 1995
Abece’mizi (alfabemizi) değiştirme yetkisi kimselere verilemez. Dahi Atatürk’ün, gece gündüz abece konusunu inceleyerek bizlere emanet ettiği 29 harfli abecemizi, kimi sanatçılar kendi görüşleri doğrultusunda; 33 harfe ulaştırmak niyetindeler. Atatürk’ün düşünceleri ve görüşleri, kendisinden önce ya da sonra gelenlerle ölçülemez. Atatürk, Türk ulusunun başına geçmeseydi, Fatih Sultan Mehmet gibi genç yaşında büyük kahramanlığa ulaşmış bir komutanın, beş yüzyıl yaşayan büyük emeğinin ürünü “İstanbul” şehri de elimizden gidiyordu. Daha Kurtuluş Savaşı başlamadan, Atatürk’e arkadaşları, İstanbul Limanı’na demirlenmiş yabancı zırhlıları göstererek, “Bunlar ne olacak” derler. Atatürk keskin bakışlı gözleriyle uzaklara bakarak başarmaya içten, yürekten karar verdiği Kurtuluş Savaşı’nı düşünür; bu savaşı da kazanacağını önceden kesinkes bildiği için arkadaşlarına dönerek “Geldikleri gibi giderler” der.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı başardıktan sonra gerçekleştireceği bir dizi yenilikleri, devrimleri düşünür. Bu devrimlerin başında “harf devrimi” vardır. Atatürk Sami kökenli eski harflerin Türk dili için uygun bir abece olmadığını biliyordu. Sami kökenli dillerde, sözcükler bir kökten çeşitli kalıplara göre ek almadan üretilirdi. Türkçede ise bir köke, gereğine göre çeşitli ekler getirilerek sözcükler kurulurdu. Sami dillerde ise genellikle üç harften oluşan bir kök bulunur, aynı kökten ek almadan en az beş sözcük üretilebilirdi. Örneğin: “ktb = ketebe” kökünden kurulmuş dilimizde çok kullanılan beş sözcük vardır. “Kitab = kitap, katib = katip, mektub = mektup, mekteb = mektep”. “Kitabe, kütüphane” (Kütüb+hane) gibi sözcükler “ktb = ketebe” kökünden üretilmiş sözcüklerdir (1). Sami kökenli sözcüklerin çoğul biçimleri de, yine ek almadan kalıba göre yapılırdı. “Mektep” sözcüğünün çoğulu “mektebler” anlamında “mekatib” idi.
Eski harflerle aynı “gül” sözcüğü, hem “gül” hem “gel”, hem de “kül” olarak okunabilirdi.
Eski harflerin Türkçe’ye uygulanmasının güç olduğu, daha Osmanlılar döneminde anlaşılmıştı. Ünlü Enver Paşa zamanında “Hattı Enverî” denen, eski harfler üzerinde bir değişim denenmişti. Büyük Önder Atatürk, bu olayı genç yaşında uzaktan seyretmiş, eski harflerin nasıl değiştirileceğini beklemişti. Sonuçta, genç Atatürk, o zamanın aydınlarının, öğretimi kolaylaştırma bakımından, eski harfler üzerinde birkaç değişim yapmayı düşündüklerini anlamış ve bu yolun çıkmaz yol olduğunu bildiği için kendi kendine kararını vermişti. Gelecek için düşüncelerinin programı içine “eski harfleri değiştirme” kararını da yerleştirmişti. Anadolu kentlerinde okuma yazma oranı ancak yüzde yirmilerde dolaşıyordu. Atatürk, “çağımız okuma yazma çağı” diye düşündü. Yapmayı tasarladığı yenilikleri, devrimleri okuma yazma bilmeyen gençler nasıl koruyacaklar ve gelecek kuşaklara yeniliklerin ürünlerini nasıl aktaracaklardı… Bunun için pek çok okul (mekteb) açılmalı ve kadın erkek herkes okumayı yazmayı öğrenmeliydi. Eski harflerle kimi hevesliler okumayı bilirler, yazmayı bilmezlerdi. Din kitapları sayesinde eski harflerle okumayı çoğunluk öğrenmişti, ancak eski harflerle yazmayı genellikle bu işin uzmanı katiplerden beklerlerdi.
Dahi Atatürk, düşündüğü amaçlara toplumca ulaşabilmek için önce herkesin okuma yazma bilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak, okuma yazma bilmekle de amaçlar bitmiyordu. Türkçenin de yenileşmesi gerekiyordu. “Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Harbiye” gibi yabancı dile göre kurulmuş tamlamalar da Türkçe tamlamalara çevriliyordu. “Mekteb-i Mülkiye” Mülkiye Mektebi, “Mekteb-i Harbiye” de Harbiye Mektebi olmuştu. Bunlar da Atatürk’ün düşündüğü dil devrimi için yeterli değildi. Atatürk, Türklerin kökeninin çok eskiye dayandığını, ilk yazılı belgeyi kullanan Sümerlerin Türk asıllı olduğunu biliyordu. Hatta, bu tarihsel gerçeğin bütün topluma tanıtılması için Sümerbank adında bir banka kurdu. Anadolu halkının, üst üste gelen savaşlarla güç durumda olduğunu biliyor, onların çarıkla, poturla gezmelerinden büyük üzüntü duyuyordu. Batılılar da “Kurtuluş Savaşını kazandılar ama, ekonomi bakımından yıkılacaklar” diyorlardı; hem de bu uğursuz beyanlarını kendi millet meclislerinde açılıyorlardı. Atatürk ise ekonomi etkisinden yılmıyordu. Bununla birlikte, “tutum haftaları” düzenlerdi. Bütün öğretmenler de okullarda öğrencilere tutumluluğun yararlarını anlatıyorlardı. Böyle bir durumda Atatürk, toplumun duygularını yüksek tutmak için eğlenceler, balolar düzenletiyor, kendisi de bu balolara katılıp, özellikle öğretmenlerle dans ediyordu. Balo tuvaletleri, genellikle tutum haftalarını desteklemek için Sümerbank basmasından hazırlanırdı. Oysa, pek çok ailenin sandıklarında Otoman (=Osmanlı) denen ipek taftalardan yapılmış uzun etekli, antika gibi sergilenebilecek kaftanlar vardı. Bunlar da eski Osmanlı saltanatı döneminden kalmaydı.
Atatürk, ülke ölçüsünde yaptığı ve yapacağı yeniliklerin, devrimlerin sürüp gitmesi için toplumun hemen hepsinin okuma yazma bilmesinin zorunlu olduğu kanısını yürürlüğe sokabilmek için de “harf devrimi” yapmanın gereğine inanıyordu. 1928 yılında, Sami kökenli eski harfleri bırakıp Latin kökenli bir Türk abecesi düzenledi. Bu abeceyle, Batı dillerinde olmayan “ğ, ı, ö, ü, ç, ş” harflerini de katarak yeni Türk abece’sini yarattı. 1928 yılının yazında İstanbul’ a dinlenmek için gelen Atatürk, Sarayburnu’na yerleştirdiği kara tahtanın başına geçerek etrafını çeviren topluluğa, “Bundan sonra eski harfler bırakılacak ve yeni Türk alfabesi kullanılacak” diyerek sevinçle müjde veriyor ve kara tahta başında yeni harflerle örnekler, anlatımlar sıralıyordu. Toplum, yine Atatürk’ün bir tansık (mucize) yarattığına inanarak parklara, kahvehanelere yerleştirilmiş olan kara tahta başlarında seve seve yeni harfleri öğrenmeye çalışıyorlardı ve hemen öğreniyorlardı. Mahallelerde “halk dershaneleri” açılmıştı. Kadın erkek, genç yaşlı kendi hevesleri doğrultusunda halk dershanelerinin çocuk sıralarına sıkışarak yerleşiyorlar, kara tahtaya yazılanları, getirdikleri defterlerine geçiriyorlar, evlerine döndükleri zaman da çocuklarından, komşularından, bilemedikleri, anlamadıkları yerleri öğreniyorlardı. Artık Latin kökenli Türk Abece’si yurdun bütün okullarına, ailelerine yerleşmişti.
Atatürk, başarılı bir dilci olduğu gibi başarılı bir tarihçi idi. Türklerin, önce Sümer yazısını, sonra arada başka yazıları denedikten sonra Orhun kitabelerini, sonra da Uygur kitaplarını başka başka yazılarla yazdıklarını biliyordu. Şimdi de Latin abecesinin Türkçeye uygulanmış biçimini öğrenmek çok kolay olacaktı. Atatürk, 1928’de yeni Türk Abece’sini 29 harf olarak kesinkes saptamıştı. Şimdi de 29 harfi 33 harfe çıkarmaya çalışanlar denemeler yapıyorlar. “ş” harfimiz yerine “sh” harflerini, gereği varmış gibi kullanıyorlar. Ayrıca iki “v” harfinden oluşan “w” harfinin, “v” harfinin sesinden iki katı ahenkli ses çıkaracağını sanıyorlar. Yanlışları buradan başlıyor: “w” harfi Türkçe için bütünüyle gereksizdir, “v” harfinden daha yüksek ses verdiği asla ispatlanamaz. “ş” harfi yerine “sh” gibi iki harften oluşan bir sesi kullanmak ayrıca gereksizdir. Bütün bu zahmetler, yabancı sözcük “show” sözcüğünü kendi yabancı yazımı ile yazmaktan doğmaktadır. Yabancı kökenli olan “şov” sözcüğünü kendi yazımı (imlası) ile “show” biçiminde yazmak hangi üstün kaynağın emridir? Kaldı ki “oskar” sözcüğünü de bizim “c” harfimizle yazıyorlar, bari hiç gereği olmayan “oskar” sözcüğünü de atarak yabancı sözcükler listesine alsınlar, bizim “c” harfimiz de “ka” sesini vermekten yorulmasın, “Oskar Amcanın” yazım biçimi de unutulsun. Ne yazık ki 1928 yılında kabul edilen alfabemizin yazımı, yüzyılımız bitmeden yazımımıza (imlamıza) yerleşemedi.
Her dilde yazımda kendi isteğine göre harf kullanmak büyük bir ilkellik sayılır. Latin alfabesini kullanan Fransızlar, yazım yanlışlarını komedi öğesi olarak kullanırlar ve kahkahalarla bu yanlışlara gülerler. Oysa Fransızca’nın kökeni olan Latincede bir “c” harfi hem “ka” sesi verir, hem “se” sesi verir. Ancak onların yazım gelenekleri yerleşmiştir. “Yengeç” sözcüğünden alınan ve “kanser hastalığı” anlamını veren “Cancer” sözcüğündeki iki “c” harfinden birincisi “ka”, ikincisi “se” okunur. Kimse bu harfleri değiştiremez. Her şeyde özgürlük vardır, ancak yazımda (imlada) özgürlük, Batılı ülkelerde asla kabul edilmez.
Bizde yeni harflerin tarihi 67 yıl öncesine dayanır. Ancak, yazımı (imlası) saptanmıştır. Öğretmenlerimiz bu konudaki görevlerini de titizlikle uygularlar. Anadolu’nun dört bir köşesindeki dağ köylerinde okullarda, gencecik çocuklara büyük bir özveri ile Türk abecesini öğretmeye çalışan öğretmenlerimiz, gecenin karanlığında ekranlara gelen, eski çeşme taşlarındaki gibi güç okunan ya da okunamayan, yarı yazı, yarı resim biçimindeki “show” sözcüğünü mü öğretecekler ya da “Oscar Amcanın” adını mı?
Bunca yıldır Türkçemizdeki “gösteri” sözcüğü yerine kullanılan “şov” sözcüğü ya da “Oscar Amcanın” adında geçen “oscar” sözcüğü bu güzel yurtta uyumsuzluklarıyla barınamayıp tez günde, bir daha dönmemek üzere, kendi yurtlarına giderler de boş yere Türkçemizi ve Türkçemizin yazımını doldurmazlar. Dünyanın ilk yazılı dili olan Türk kökenli Sümerce gibi son yüzyılda Atatürk’ün armağanı olan çağdaş Türk alfabesi de yersiz katkılarla bozulmadan, Atatürk gibi unutulmamak üzere hiç kuşkusuz gelecek yüzyıllara doğru yıpranmadan yol alacaktır.