Öğrencisi olan Prof. Dr. Hamza Zülfikar'ın ağzından Vecihe Hatiboğlu
Malatya’nın Arapgir eşrafından bir aileye mensup olan Hocam Vecihe Hatiboğlu, 1916 yılındaİstanbul’da doğmuştur. Annesinin adı Fatma, babasının adı Ahmet’ tir. Ahmet Bey, Arapgir, Germişi, Onar, Hasdeki, Saldeki, Dişderik ve Argavun’da toprak sahipliğinden tüccarlığa ve iş adamlığına geçmeyi başarmış bir müteşebbistir. Yatılı İzmir Kız Lisesini bitirdikten sonra girdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinden 1940 yılında mezun olmuştur.
Hocamın kızlık soyadı Kılıçoğlu idi. Onun 1956 yılına kadar yazdığı makaleler bu soyadı ile yayımlanmıştır. Mezun olduktan sonra Fakültede “ilmi yardımcı” olarak çalışmak istemiş, ancak bu isteği o sıralarda gerçekleşememiş ve kendisi Sivas Lisesinde edebiyat öğretmeni olarak göreve başlamıştır. Onun Sivas Lisesindeki hocalığı 1944 yılına kadar sürmüştür.
V. Hatiboğlu ile ilgili Fakültedeki arşiv kayıtlarından anlaşıldığına göre 16 Aralık 1944 gün ve 1051 sayılı yazıyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde yapılan sınavlar sonucunda Türk Dili ve Edebiyatı kürsüsüne asistan olarak atanmıştır. Hocam, 28 Mayıs 1948 yılında Doktor unvanını almıştır. Doktora tezinin adı Türkçede Futurum’ dur.
Ankara Üniversitesi, 4 Temmuz 1948 tarihinde kendisini burslu olarak Fransa’ya göndermiştir. Kendileri ağırlıklı olarak Türkçenin grameri üzerinde çalışırdı. Bu eğilimi onu Fransa’ya yönlendirmiştir. Çünkü ünlü Fransız Türkolog J. Deny Türk grameri üzerinde eser veriyordu. J.Deny’nin Türk Grameri hakkında ortaya koyduğu eseri ve bu konu ile ilgili makaleleri, onun bu ülkeye gidişinde etken olmuştur. Bir yıl süreyle görevlendirilen V.Hatiboğlu daha sonra istekte bulunarak bir yıl daha çalışmalarını sürdürmesini istemiş ve bu isteği Üniversitece uygun bulunmuştur. Paris’te bulduğu ve Fatih Sultan Mehmet’e ithaf edilmiş orijinal bir eser olan Cerrahjye-i ilhaniye adlı tıp kitabı üzerinde çalışmış ve 26 Eylül 1950 tarihinde yurda dönerek Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesindeki görevine başlamıştır.
O zamanlar Fakültede kürsü başkanı olan Necmettin Halil Onan’ın 1950 – 1951 ders yılına ait Dekanlığa yazdığı raporda V. Hatiboğlu hakkında bir bölüm yer almaktadır. Buradaki ifade aynen şöyledir: “Doç. Dr. Tahsin Banguoğlu’nun” Fakültemizden ayrılması üzerine gramer derslerini ben okutuyordum. Asistanlığa girdiği günden beri yanımda çalışan V. Kılıçoglu, gramer derslerinde bana yardım ederek bu dersin tatbikat ve seminerlerini idare etmiştir.” Bu beyandan anlaşıldığına göre V. Hatiboğlu, Tahsin Banguoğlu’ndan boşalan gramer derslerini bir anlamda üstlenmiştir. Bir süre sonra da dersleri Necmettin H.Onan’dan devralarak Fakültede resmen ders vermeye başlamıştır.
Hocam, Mart 1951′ de doçent olmak için verilmesi gerekli olan yabancı dil sınavına Fransızcadan başvurmuş ve Kasım 1951 ‘de başarılı bulunmuştur. Doçentlik sınavının tez ve savunmadan oluşan kolokyum safhalarını başarıyla geçtikten sonra Necmettin Halil Onan, Reşit Rahmeti Arat, Osman Turan, Sedat Alp, Ahmet Caferoğlu’dan oluşan jüri önünde Anadolu Ağızları adlı dersini vermiş ancak jüri üyelerinden Reşit R. Arat, Osman Turan ve Sedat Alp’in menfi oy vermeleri üzerine doçent olması gecikmiş, daha sonra Türkiye Türkçesi Hakkında Yazılmış Başlıca üzerine doçent olması gecikmiş, daha sonra Türkiye Türkçesi Hakkında Yazılmış Başlıca Gramerler adlı deneme dersini vererek doçent olmuştur. Bu kez jüride Necmettin Halil Onan, C. E. Bazell, Ahmet Caferoğlu, R.Rahmeti Arat ve Necip Üçok bulunmuştur. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesindeki dosyasından anlaşıldığına göre Hocamızın doçent olduğu tarih 11 Aralık 1953’tür.
Doçentlik kadrosuna atanmak için 30.12.1953 tarihli yazı ile Necmettİn Halil Onan, Bedrettin Tuncel, Dr. W Björkman, Saadet Çağatay görevlendirilmiştir. Bu üyeler ayrıntılı bir rapor yazarak oy birliği ile kadroya atanmasının uygun olduğunu bildirmişlerdir. Doçentlik unvanlarının o zamanlar Milli Eğitim Bakanlığınca onaylanması gerekirdi. Bu doğrultuda Bakanlığa başvurulmuş ve Hocamızın doçent unvanı Milli Eğitim Bakanlığınca onaylanmıştır. V.Hatiboğlu, Fakültedeki görevinin yanı sıra Türk Dil Kurumunda da görev yapmaya başlamıştır. Türk Dil Kurumunda Gramer Kolu Başkanlığına 26 Eylül 1952 tarihinde getirilmiştir. Bu arada çeşitli seminer ve kongrelere bildirileri ile katılan V.Hatiboğlu, 28 Eylül 1957 yılında Almanya’da düzenlenen “Müsteşrikler Kongresi”ne gitmiştir. Hocamın profesörlüğe atanması ise, 29 Ocak 1962 tarihine rastlar. O zamanlar mecburi ikinci dil olan Almanca sınavına başvurur ve başarılı bulunur. Profesör olarak Fakültedeki boş kadroya atanmasında imzası bulunan hocalar Kenan Akyüz, Saadet Çağatay, Reşit Rahmeti Arat, Yaşar Önen ve Lamia Kerman’dır.
1963 – 1974 tarihleri arasında Türk Dil Kurumunda Gramer Kolu Başkanlığı yapan V. Hatiboğlu; aşağıda adlarını vereceğimiz birçok yayını hazırlamış, ana gramerin malzemesini ve bunların değerlendirilmesi için ön çalışmaları burada yaparak yayımlamıştır. Bu yoğun faaliyeti arasında 1965 tarihli Yeni Yazım Kılavuzu’nun hazırlanıp yayımlanmasını da üstlenmiştir. O, bu çalışmayı seve seve yapmış ve birçok yenilik getirerek imlamızın daha fonetik ve söyleyişe daha uygun biçime gelmesini sağlamıştır. Daha sonra 1969 tarihinde gene birtakım yeniliklerle yayımlanan bu kılavuzda da Hocamızın ve Gramer Kolundaki uzman arkadaşların katkılan ve emekleri vardır. Kendileri, 10 Ağustos 1956 tarihinde Bursa eşrafından Orhan Hatiboğlu ile Bursa’da evlenmiştir. Fevkalade kişiliği her zaman bir beyefendi tavrı ve güler yüzüyle gönüllerimizde yer eden Orhan Hatiboğlu, Hocama karşı ayrı bir sevgi ve bağlılık gösterirdi. Türk Dil Kurumunda bir yıl süreyle kendisiyle birlikte çalıştığım günlerde ve daha sonra Fakültede birlikte geçirdiğimiz günlerde, Orhan Bey’in onu yalnız bırakmadığını ve mesainin bitiminde çalışma yerine gelerek kendisini alıp götürdüğünü iyi hatırlarım.
V. Hatiboğlu’;nun bu evliliğinden biricik kızları Gülden 17 Ocak 1958 tarihinde dünyaya gelmiştir. Gülden Hanım’;ı Türk Dil Kurumuna Orhan Beyle Hocamı almaya geldikleri 1965 yılında tanımıştım. Annesinin güler yüzlü biricik kızı, bu ailenin olduğu kadar onu seven mesai arkadaşları, biz asistanları ve öğrencileri arasında da çok değerliydi. Gülden Hanım yurt dışında doktorasını yapıp yurda geldi ve şimdi bir iş adamı olarak İstanbul’da yaşamını sürdürüyor. Evlidir.
Yalnız Türkiye’de değil, yurt dışında da tanınmış olan Türkoloji dergisinin bu sayısının Vecihe Hatiboğlu anısına çıkartılacağını öğrenen, ve memnuniyetini bildiren Dr. Gülden Türktan, bana yazdığı mektubunda “;Sevgili annemin hatırlanmasına olanak sağlayan çalışmanıza şimdiden teşekkür ederim” diyerek bu yazımızı tamamlayan bilgiler göndermiştir. Onun en yakın dostu olan ve onu hepimizden çok tanıyan evladı Gülden Hanım, bana yazdığı mektubunda annesinin niteliklerini şöyle dile getirmektedir:
“Annem Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu, son derece iyiliksever bir insan, titiz bir eğitimci, kendisini bilime adamış bir araştırmacı ve çalışkan bir bilim adamı idi. Yetiştirdiği öğrencilerinin en iyi olmalarını ister, müspet bilime inanır, bunun için de yılmadan yorulmadan çalışırdı. Yaşamı boyunca mesleki araştırmaya gönül vermiş ve kendisini en doğruyu bulmaya adamıştı. Emekli olduktan sonra dahi araştırmalarını sürdürmüştür. İnançlı bir demokrat ve gerçek anlamda Atatürkçü idi. Atatürk’ün görüşlerini dinleme fırsatını bulmuştu ve Atatürk’e sunuş yapmış olmanın gururunu taşırdı. Bir ilim adamı olarak başarılı olmasının sebebinin çalışkanlık, duyarlık, çalışma azmi ve disiplini olduğunu düşünür ve söylerdi. Eğitimci ve bilim adamı kişiliğindeki özveri ve titizliğini özel hayatında da koruduğu için tek evIadı olan beni yetiştirirken bu özelliklerini gayet açık bir şekilde gözlemek imkanım oldu.”
Sevgili ağabeyimiz Orhan Bey’in erken vefatından sonra Hocam biricik kızı Gülden Hanım ile meşgul olarak teselli bulmuştur. Prof. Dr. V. Hatiboğlu benim Van’a Yüzüncü Yıl Üniversitesine kurucu öğretim Üyesi olarak Ankara Üniversite Rektörlüğünce gönderildiğim yılda emekliliğini istemiş ve 25 Ocak 1983 tarihinde kendi isteği üzerine emekli olmuştur. Üniversitemize tam 40 yıl, Türk Dil Kurumuna ise 26 yıl hizmet etmiştir. Daha sonra İstanbul’a yerleşen V. Hatiboğlu, çalışmalarını orada sürdürmüş, Cumhuriyet gazetesinde Türkçenin milattan önce 3000 yılma kadar inebilecek eskilikte olduğunu anlatan ilgi çekici yazılar yayımlamıştır. O, Türkçenin bilinen eski metinlerinden çok daha önce bir edebi dil olarak kullanıldığına inanmıştı. Sümerce ile Türkçenin ortak özellikleri onu çok ilgilendiriyor, Türkçenin Sümerceden daha eski bir dil olduğu kanaatini taşıyordu. Asılında bu düşünce ona Atatürk’ten miras kalmıştı. Atatürk’ün sağduyusuna da bu düşünce hakimdi. Onun Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Sumerce kürsüsü kurdurması, Ön Asya dillerine ağırlık vermesi, Sibirya’da, Türkiye’den binlerce kilometre ötelerde yaşayan bugünkü Saha (Yakut) Türklerinin dilini incelemek üzere sözlüğünün Türk Dil Kurumunda tercüme edilip yayımlamasını istemesi hep bu düşüncenin ürünüydü. Hocam ömrünün son yıllarında Atatürk’e olan bağlılığı ve borcunu göz önünde bulundurarak, onun anısını ve düşüncelerini canlı tutup çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırmıştı. Ölümsüz Atatürk ve Dil Devrimi adlı kitabı 1981 yılında Türk Dil Kurumu yayınları arasında çıkmıştır. Bu yayınıyla da Atatürk’e karşı olan görevlerini ve ödevlerini dile getirmeye çalışmıştır.
Hocamın Türk diline ve edebiyatına yaptığı katkılar eserlerine bakıldığında görülebilir. Fakültesindeki başarılı çalışmaları da göz önüne alınarak bu üstün hizmetlerinden dolayı 7 Aralık 1987 tarihinde Ankara Üniversitesi Rektörlüğünce kendisine “Onur Belgesi” verilmiştir. Osmanlı Türkçesine tam anlamıyla vakıf olan Hocam, Türkçenin sadeleşmesi yabancı kelime ve kurallardan arınması taraftarıydı ve bu düşünceyle kendisi de elinden geldiği kadar yazılarında ve konuşmalarında Türkçe kelimeleri seçerdi. İstanbul Türkçesinin inceliklerini de iyi tanıyan Hocam, Fransızca, Almanca ve İngilizce bilirdi.
V .Hatiboğlu ‘nun Hakkın rahmetine ve çok sevdiği Atatürk ‘üne kavuşmasının tarihi 20 Ekim 1996’dır. Ben, onun taşıdığı meşaleyi aynı gürlükte ve aynı parlaklıkta taşıyıp sürdüremediğimin kırıklığı ve ezikliği içindeyim. Nur içinde yatsın mekanı cennet olsun. Onun hiç unutmadığı bir anısını fakültedeki öğrencilik yıllarımızda ve daha sonra asistanken birkaç kez kendisinden dinlemiştim. Bir an bile aklından çıkarmadığı şu anısını burada vermeden geçemeyeceğim.
1936 yılında kızlık soyadı ile V. Kılıçoğlu, Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinin birinci sınıfında mesleğin ilk basamağına adımını atmış bir öğrenci olarak okumaktadır.
Önce Türk Tarih Kurumunu ardından Türk Dil Kurumunu kuran Mustafa Kemal Atatürk kurumlara eleman yetiştirmek için bu kuruluşların yanı başında Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesinin açılmasını emretmişti. Onun direktifleri üzerine kurulan Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi üzerinde Atatürk’ün sürekli ilgisi vardır. Öğretim üyelerini, öğrencileri, yapılan çalışmaları sık sık takip ettiğini bu arada öğrencileri yazın Dolmabahçe Sarayına çağırır, onların çalışmalarına destek olduğunu hocalarımızdan dinlemiştik.
Hocamın Atatürk‘ün huzurunda, Üçüncü Türk Dil Kurultayında, okuduğu ata kelimesiyle ilgili bildirisi onun hayatında çok önemli bir olaydı. Bizlere gözyaşlarını tutamayarak defalarca anlattığı ve sözünün sonlarına doğru Atatürk‘ün oturduğu yerden kalkıp omzunu sıvazlayıp bildirisini beğendiğini “Güzel yazmıştın, güzel de okudun” sözünün ve özellikle Hocamızın üzerinde çalıştığı ata kelimesiyle ilgili olarak sarf ettiği “Ata kelimesi Türklük kadar eskidir ve Atatürk kadar bizimdir” biçimindeki son cümlesinin Atatürk‘ün pek hoşuna gittiğini belirtmesi sırasında döktüğü yaşlar bizleri de duygulandırır ve göz yaşına boğardı. Anılarını her anlatışında bizleri ve kırk yıl boyunca derslerine girdiği öğrencilerini duygulandıran ve bizde Atatürk sevgisini pekiştiren Vecihe Hatiboğlu‘nu her zaman takdirle, minnettarlıkla yad ederiz. Onu birinci derecede etkileyen, duygulandıran bu olayı kendi kaleminden okuyalım:
“1936 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi birinci sınıf öğrenci bulunduğum sıralarda İstanbul’ da toplanacak Üçüncü Türk Dil Kurultayına bütün Türk Dili öğrencileri gibi bende çağrılmıştım. Türk Dil Kurumunun o zamanki yetkilileri aynı zamanda Fakültenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde de öğretim Üyeliği görevi almışlardı; böylece bana ve bir arkadaşıma, Kurultay’da okunmak üzere birer tez konusu verdiler. Ben, Atatürk’ün soyadındaki ata sözünü inceleyip hazırlayacaktım.
O zamanlar, Türk Dil Kurumu, yaz aylarında, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün yakınında çalışmalarını yürütürdü. Bizler de oradaydık. 16 – 17 Ağustos gecesi Dolmabahçe Sarayının ikinci katında denize bakan ön salonlarından birinde, üç sınıf arkadaşım ile birlikte, büyük, uzun, yeşil masa üstündeki sözlükleri karıştırıyor, tezimizi hazırlamağa çalışıyorduk. Saat 17’ye doğru “Atatürk geliyor” dediler, hepimiz ayağa fırladık, kapıya yöneldik. Atatürk önde olmak üzere, birçok devlet adamı, yazarlar, dilciler salona doldu. Bizlere, Atatürk’ün elini öptükten sonra, bir kenara çekilip oturmamız işaret edildi. Atatürk salonun ortasındaki uzun, yeşil masanın başına oturdu. Arkası, denize bakan pencerelere dönüktü. Dilciler, yazarlar, yeşil masanın iki yanına dizildiler, devlet adamları masadan uzak çeşitli koltuklara dağıldılar.
Biz öğrenciler oldukça uzakta, duvara bitişik kanepede, sıralanmış oturuyorduk. Atatürk bizlere bakarak, masanın kapı tarafındaki başına oturmamı söyledi. Kalkıp gösterilen yere oturdum, önüme kağıt kalem getirdiler, konuşulanları yazacaktım. Atatürk’le ilk defa bu kadar yakın, karşı karşıya bulunuyordum. Bu fırsat bir daha ele geçmez düşüncesiyle kendisini yakından incelemek istiyordum. Özellikle üzerinde çok konuşulan gözlerine dikkatimi toplamıştım. Salonu aydınlatan elektriklerin sarı, solgun ışıkları ortasında, Atatürk’ün gözleri pırıl pırıl, yeşil mavi ışıklar saçıyordu… Bocalamağa başlamıştım, önümdeki yazıları da yetiştirmeliydim. Yanı başımda Dr. Mehmet Ali Ağakay oturuyordu, eksik yazdığım yerleri tamamlamama yardım ediyordu. Ben yazmaktan çok Atatürk’e bakmak istiyordum. Atatürk’ün sırtında yakası açık, beyaz, kısa kollu spor bir gömlek vardı. Önündeki kağıtlara kırmızı, mavi kalemlerle çizgiler, planlar, yazılar karalıyordu.
Konuşmaları sırasında canlı hareketleri, düşündürücü sorulan, etrafı dikkatli, uyanık tutuyordu. Konuları ele alışı, yapılacak incelemeleri, başvurulacak kaynakları sıralayışı, araştırmaları A, B, C diye kolayca planlayışı, basite indirişi hiçbir yerde görmediğimiz, okumadığımız şekildeydi. Böylece çalışmak ne kadar kolay ne kadar zevkliydi; hayranlığım gittikçe artıyor, büyüklüğü hakkında söylenen sözlerin hepsini, hepsini az buluyordum. Bir aralık tahtaya kalkmamı ve bu gecenin başlıca konusu olan philosophie kelimesini yazmamı istedi. Tahtaya philosophie sözü hakkındaki düşüncelerimi arka arkaya sıralıyordum. Uzun uzun cümleler, özneleri, tümleçleri aksamadan, noktalara, virgüllere dikkat ederek tahtaya geçiriliyordu, bir tırnak işareti yerine, bir parantez açılmasına sinirleniyordu. Her işaret yerinde, anlamında kullanılmalıydı. Masanın etrafındaki dilcilere üst üste sorular sıralıyor, aldığı cevaplardan memnun kalmıyor, dil işlerinden biraz yorgun, biraz sinirli, biraz üzgün görünüyordu.
Doğudan gelen yabancı sözleri dilimizden temizlerken, batıdan gelenlere karşı tutumumuzun ne olacağını düşünüyor, düşünüyor fakat salık verilen yollardan memnun kalmıyordu. O geceki mutlu toplantı, sabahın ilk ışıklarına kadar sürdü. Ortalık ağarırken, Sayın Bayan Afet İnan salona girdi: “Öğrenciler bu işe alışık değil, sabaha kadar çalışamazlar, yoruldular” Dedi.
Atatürk bizlere gülümseyerek baktı ve salondan ayrılmak üzere ayağa kalkınca, herkesi bir üzüntü aldı, kimse toplantıyı bırakmak istemiyordu, hatta kendisi de. Sabahın serinliğinde, yollarda bir yandan Atatürk’ün memleket, millet uğurundaki yorgunluğunu, kaygılarını düşünüp üzülüyorduk, bir yandan da sevinçliydik. Onu saatlerce yakından görmüş, konuşmalarından, düşüncelerinden faydalanarak mutluluğuna erişmiş, Türk dilinin ancak onun emekleriyle, onun gösterdiği yollarla kurtulacağına inanmıştık.